ÖNSÖZ

OKU! Yaratan Rabbin adına , insani bir yumurta hücresinden yaratan! Oku!  Rabbin sonsuz kerem sahibidir, insana kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten.

Miladi VII. Yüzyılın  başlarında , insanın mütevazi biyolojik kökeni yanında şuur ve aklına da  telmihte bulunan 96. surenin (Alak) bu ilk ayetleriyle başlayan Kur'an vahyi, Peygamber Muhammed'in (s)in 23 yıllık risaleti boyunca devam ederek vefatından kısa bir süre önce nazil olan 2. surenin (Bakara) 281. ayetiyle noktalandı:

Allah'a döneceksiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı günün bilincinde olun.

Bu ilk ve son ayetler (nüzul sırasına göre ilk ve son) * Şunu unutmamalıyız ki, Kur'an'ın nihai tertibinde tek tek surelerin veya ayetlerin nüzul tarihleri (kronolojik sıraları) değil, bir bütün olarak mesajın mantığı esas alınmıştır. arasına sığdırılan  bu kitap, dünyanın dini, sosyal ve politik tarihini, bilebildiğimiz başka herhangi bir olaydan çok daha köklü bir şekilde etkilemiştir. Diğer kutsal metinlerin hiçbiri ,mesaj ile ilk karşılaşan insanların hayati ve birbirini izleyen kuşaklar yoluyla bütün bir medeniyetin akışı üzerinde bu kadar derin bir etki meydana getirmiş değildi. Kur'an, bütün Arap Yarımadasını sarstı ve ömürleri savaşmakla gecen Arap kabilelerinden bir millet oluşturdu. Yirmi-otuz yıllık bir süre zarfında kendi dünya görüşünü Arabistan'ın sınırları dışına taşıdı ve insanlığın tanıdığı ilk ideolojik toplumu oluşturdu. Bilinç ve bilgiye verdiği önem sonucunda mensupları arasında entellektüel (ilmi) bir merak dalgasını ve bağımsız bir araştırma ruhunun uyanmasını sağladı. Bu da sonuçta, İslam dünyasını kültürel gücünün zirvesine çıkaran muhteşem bir bilimsel araştırma ve eğitim çağının başlamasına yol açtı. Kur'an'dan beslenen kültür , çeşitli yollar ve dolaylı etkilerle Ortacağ Avrupasının düşünce yapısını etkileyerek Bati kültüründe , Rönesans olarak adlandırdığımız , bir canlılık döneminin başlamasına önayak oldu. Böylece, zamanla, "bilim çağı" olarak adlandırılan , bugün içinde yaşadığımız çağın doğmasına da büyük katkıda bulundu.

Bütün bunlar, son tahlilde Kur'an mesajının yol açtığı sonuçlardı. Bunu gerçekleştirenler de, Kur'an'dan ilham alan, ahlaki değerlerinde Kur'an temeline dayanan ve bütün yaşayışlarını Kur'an'ın yönlendirdiği insanlardı. Çünkü hiçbir kitap -Kitab-ı Mukaddes de dahil- bu kadar çok insan tarafından böyle bir dikkat ve huşu ile okunmamakta ve hiçbir kitap, asırlarca bu kadar çok insanın sorduğu şu soruya onun kadar kapsamlı bir cevap verememektedir: "Bu dünyada iyi bir hayat yaşamak ve öteki dünyada mutlu olmak için nasıl davranmalıyım?" Her ne kadar Müslümanlann çoğu bu soruya yanlış cevaplar veriyor olsa da ve büyük bir kısmı Kur'an'ın mesajından uzaklaşmış bulunsa da şu gerçek değişmemiştir. : Bütün müminler için Kur'an, Allah'ın insana rahmetinin en mükemmel tezahürüdür; en derin hikmet eşsiz ifade güzellikleri içinde bu kitapta dile getirilmiştir; kısacası o katıksız Allah kelamıdır.

Müslümanların Kur'an hakkındaki bu anlayışla, mevcut tercümelerin herhangi birini esas alarak Kur'an'a bakan batılıları şaşırtır. Kur'an'ı Arapça okuyan bir müminin güzellik gördüğü yerde Müslüman olmayan okuyucu çoğu zaman bir 'kabalık' sezdiğini iddia edebilir. Kur'an'ı Dünya görüşünün  tutarlılığı ve insanlık durumu açısından anlamı, Müslüman olmayan okuyucunun gözünden kaçar ve Avrupalı ve Amerikalı oryantalist literatüründe genellikle "tutarsız bir dağınıklık" diye adlandırılan şeyin arkasinda gizlenip kalır. * Mesela, Batılı  Kur'an eleştirilerinde sık sık Kur'an'da Allah'a yapilan atıflardaki tutarsızlığa değinilir: Genellikle tek ve aynı ifadede, "Allah" isminden "O", "Biz" veya "Ben" zamirine; "O'nun" zami-rinden "Bizim" veya "Benim" zamirine ; "O'na" zamirinden "Bize" veya "Bana" zamirine gecişler gibi... Onlar bu değişikliklerin tesadüfi olmadığının ve hatta "şiirsel bir serbestlik" olarak bile tanımlanamayacağının farkında değiller. Gerçekte, bunların maksatlı değişmeler olduğu açıktır: Allah'ın bir "şahıs" olmadığını ve bu sebeple fani varlıklar için kullanılan zamirlerle tanımlanamayacağını vurgulamak için kullanılan dilbilime ilişkin araçlardır. Ayrıca, bir Müslüman için derin bir hikmetin ifadesi olan ayetler batılı kulağa genellikle "düz" ve "heyecansız" gelir. Fakat en hasmane davranan eleştirmenler bile, Kur'an'ın insanlığını bilgi birikimine, sosyal başarısına ve medeniyete seçkin bir katkıda bulunan milyonlarca insan için, kelimenin hem dini, hem de kültürel anlamıyla , en yüce ilham kaynağı olduğunu inkar etmemektedirler. O halde bu paradoks nasıl açıklanabilir.?

Bu durum; birçok modern Müslümanın kolayca kabul ettiği, Kur'an'ın Batılı mütercimler tarafından "kasıtlı olarak saptırıldığı" şeklindeki basit bir gerekçeyle açıklanamaz. Belli başlı Avrupa dillerinin hemen hemen hepsinde mevcut bulunan Kur'an tercümeleri arasında ön yargılı tahriflerin ve özellikle eski çağlarda saldırgan bir "misyoner" bağnazlığının güdümündeki tercümelerin bulunduğu inkar edilemezse de, son dönem tercümelerinin bir kısmının güvenilir bilim adamlarının çalışmaları olduğunda şüphe yoktur. Bu ikinci grup bilim adamları, bilinçli bir önyargıyla hareket etmeyip sadece Arapça aslının anlamını şu veya bu Avrupa diline dürüstçe çevirmektedirler. Aynca Müslümanların yaptığı birçok modern tercüme de vardır ki, bunların, kendileri için mukaddes olan vahyi "yanlış yansıtmak istediklerini" söylemek, -Müslüman olmalarının kendilerine kazandırdığı iyi niyet göz önüne alınırsa - hiçbir şekilde tahayyül bile edilemez. Fakat ister Müslümanlar isterse Müslüman olmayanlar tarafından yapılmış olsun, bu tercümelerin pek çoğu, Kur'an'i, farklı din ve psikolojik iklimlerde yaşamış olan insanların aklına ve kalbine yeterince yaklaştıramamış ve onun gerçek derinliğini ve hikmetini bütünüyle yansıtamamıştır. Bu durum, bir ölçüde, Batının kültürel anlayışına Haçlı Seferleri'nden beri hakim olan bilinçli veya bilinçsiz İslam karşıtı önyargılardan -Batının sadece "sokaktaki adamı"ın değil, aynı zamanda, daha sinsi, daha belirsiz bir şekilde de olsa, objektif araştırma ile yükümlü bulunan bilim adamlarını da İslam olan her şeye karşı olumsuz bir şekilde etkileyen gizli bir düşünce ve duygu mirasından doğmaktadır. Fakat bu psikolojik faktör bile Bati dünyasında, İslam'a karşı artan ilgiye rağmen, Kur'an'ın yeterince değerlendirilememesini açıklayamaz.

Değerlendirmedeki bu eksikliğin başlıca sebeplerinden biri Kur'an'ın, onu diğer bütün kutsal metinlerden ayıran, şu özelliğinin göz ardı edilmiş olmasında aranabilir: Kur'an, her şeyden önce, inanca götüren geçerli yol olarak akla önem vermekte, ve insan varlığını ruhsal ve fiziksel (ve dolayısıyla sosyal) planda parçalara bölünemez bir bütün olarak görmektedir; yani insanın gündelik davranışlarının, bunlar ne kadar "dünyevi" olurlarsa olsunlar, onun ruhsal hayatından ve kaderinden ayrı tutulamayacağını  vurgulamaktadır. Gerçekçiliğin bu şekilde "fiziksel" ve "ruhsal* planda parçalara bölünemez olduğu anlayışı her sahih dini  tecrübede bulunduğu varsayılan "tabiatüstü unsur"u esas alan diğer dinlerin yörüngesinde yetişmiş insanların Kur'an'ın  bütün dini sorunlara akil ağırlıklı yaklaşımını gerektiği şekilde anlamalarını güçleştirir. Sonuç olarak, Kur'an'ın, ruhsal öğretileri pratik düzenlemelerle sürekli olarak bütünleştirmesi, "dini tecrübe"yi entellektüel kavrayışın ötesinde, gizli şeylerin önündeki esrarlı bir huşu ile özdeşleştirmeye ahkam olan Batili okuyucuyu Kur'an'ın  sadece öteki dünyadaki ruhsal mutluğa götüren bir çağrı olmayıp, aynı zamanda bu dünyada -ruhsal, fiziksel ve sosyal planda- elde edilebilecek iyi bir hayata götüren bir rehber olduğu düşüncesi karşısında şaşkınlığa düşürür. Kısaca, bir Batılı, Allah'ın yarattığı hayatın bir bütün olduğu ve beden ile zihin, cinsiyet ile ekonomi, bireysel dürüstlük ile sosyal adalet gibi meselelerin insanın ölümden sonraki hayat hakkında beslediği ümitler ile ciddi bir bağlantı içinde bulunduğu şeklindeki Kur'an tezini kolayca kabul edemez. Bana göre bu, cogu Batılının Kur'an'a ve öğretilerine karşı benimsedikleri olumsuz ve dar yaklaşımlarını sebeplerinden biridir. Fakat Kur'an'ın henüz hiçbir Avrupa diline hala doğru kavranabilir bir şekilde çevrilmediği gerçeği de diğer -ve belki daha belirleyici- bir sebep olabilir.

Ortaçağ'daki ilk Latince tercümeleriyle başlayıp hemen hemen bütün Avrupa dillerinde devam eden uzun Kur'an tercümeleri listesine baktığımızda, müslim ve gayrimüslim, bütün mütercimlerde şu ortak özelliği görürüz: Hepsi Arapça bilgilerini sadece akademik yollarla, yani kitaplardan öğrenmişlerdi(r). Bilimsel otoritesi ne kadar yüksek olursa olsun, hicbiri, ana dili Arapca olan ve Arapça'daki deyimleri, zengin ifade tarzlarını, ifade unsurlarını, nüanslarını fark edecek biçimde, aktif ve çağrışımlara duyarlı bir zihinle kavrayan; kelime ve cümlelerin ses dokusunun, sese ilişkin sembolizminin ima ettigi anlamı bütün derinliği ve yönsemeleriyle hissedebilen bir kulak hassasiyetine sahip kişiler kadar Arapca'ya hakim olamamıştır. (Çünkü herhangi bir dilin kelime ve cümleleri, gerçeklik hakkındaki kavrayışlarını bu özel dilin araçlarıyla ifade eden kişilerce geleneksel olarak ve bilinç altında üzerinde uzlaşılan anlamların sembollerinden başka bir şey değillerdir. Mütercim, sözkonusu di­lin kavram sembolizmini kendi içinde yeniden üretemedikce -yani, bunların bütün tabiiliği ve saflığıyla kendi kulağında "ses verdiğini/şakıdığını" duymadıkça- yaptığı tercüme, üzerinde çalıştığı metnin lafzi karşılığını yansıtmaktan başka bir şeye yaramaz ve asil metnin deruni anlamını az veya çok gözden kaçırmış olur. Asil dilin derinliği arttıkça böyle bir ter­cüme, metnin esas anlamından daha da çok uzaklaşır.

Şüphe yok ki, çalışmaları Batılılara yönelik olan bazı Kur'an mütercimleri, Arap gramerine hakim olmayan ve Arap edebiyatı üzerinde son derece geniş bilgi sahibi bulunmaları açısından takdire sayan ilim adamlarıdır. Fakat bu gramer hakimiyeti ve edebiyat aşinalığı, Arapça'dan (Özellikle de Kur'an Arapçası'ndan) tercüme yapılması halinde, mütercimi, ancak onun içinde ve onunla birlikte yaşamakla kazanılabilecek olan dilin ruhu ile görünmez bir düşünce ve duygu birlikteliği kurmak mecburiyetinden yine de kurtarmaz.

Arapça, Semitik bir dildir: Yani, binlerce yıl hiçbir kesintiye uğramadan canlılığını de­vam ettiren ve ayrıca son ondört asır boyunca hiç değişmeden varlığını sürdüren tek Semi­tik dil. Bu iki faktör, şimdi üzerinde durduğumuz konu ile son derece bağlantılıdır. Her dil, halkın özel hayat anlayışı ve gerçeklik kavrayışını aktarmaya, ifade etmeye yarayan bir semboller bütünü olduğundan ,açıktır ki, Araplar'ın dili -asırlarca değişmeden kalan bil Semitik dil- Batılı kafanın alışık olduğundan tamamen farklı özellikler taşıyacaktır. Arapça bir deyimin herhangi bir Batılı deyimden farklı oluşu, ne sadece Arapçanın sözdizimi yapısını ve fikirleri ifade tarzının bir sonucudur, ne de asil fiil ''kökler"i sisteminin ve bu köklerden türetilebilecek olan sayısız kelime formlarının Arap gramerine kazandırdığı müthiş esnekliğin eseridir ve hatta ne de Arapça kelime hazinesinin olağanüstü zenginliğinin bir sonucudur. Bu, bir ruh ve hayat anlayışı farklılığıdır. En mükemmel şekline ondört asır önceki Arabistan'da ulaşmış bir dil olan Kur'an Arapça'sının, özünü doğru şekilde yakalayabilmek için, Araplar'ın Kur'an'ın nazil olduğu donemde hissettiklerini ve düşündüklerini hissedebilmek ve düşünebilmek ve onların dilbilime ilişkin sembollere verdikleri anlamlan doğru kavrayabilmek şarttır.

Biz Müslümanlar, Kur'an'ın Allah Kelamı olduğuna ve bir beser dili vasıtasıyla Peygamberimiz Muhammed (s)'e vahyedildiğine inanırız. Bu dil, Arap Yanmadası'nın dili idi; Çölün ve onun alabildiğine geniş, zaman dışı sonsuzluk duygusunun kazandırdığı özgün bir kavrayış çabukluğu ile donatılmış bir halkın dili; bir çağrışımdan öbürüne kolayca atlayan zihinsel imajlan hızlı bir ilerleme ile birbirini izleyen ve çoğu zaman, ifade etmeyi veya altarmayı amaçladıkları fikre daha etkili bir biçimde ulaşmak için aradaki yani , "kendiliğinden anlaşılan" düşünce basamaklarını veciz bir şekilde atlayarak (elliptically) ifade eden bir halkın di­li... Bu eksiltili ifade tarzı (ellipticism -Arap filologlannm icaz diye adlandırdıkları şey), Arapça deyimlerin ve dolayısıyla Kur'an dilinin vazgeçilmez bir özelliğini oluşturur. Öyle ki, aynı veciz ve çağrışıma dayalı düşünce niteliklerini kendi içinde içsel olarak yeniden üretemeden Kur'an dilinin yöntemini ve öz anlamını kavramak imkansız hale gelir. Eğitim görmüş Arap, bu yeteneği, ilk çocukluk yıllarından itibaren zihinsel bir intikal süreci ile otomatik olarak kazanir: Çünkü dilini düzgün şekilde konuşmayı öğrendiği zaman, içinde yetiştiği düşünce tarzı , bilinç altında yer eder ve böylece farkında olmadan Arapca'nın asli ifade formlarını ve kalıplarını üreten bir kavram dünyası içinde büyür . Fakat Arapça ile ancak ileri yaşlarda, bilinçli bir çaba sonucunda, yani eğitim yoluyla taşıyan Arap olmayan biri için durum hiç de böyle değildir. (Çünkü onun bu yolla elde ettiği şey, yalnızca Arapça deyimlere ruhunu ve gerçekliğini kazandıran o görünmez icaz özelliğinden yoksun dış kabuğu ve basit yüzüdür.

Fakat bu, yine de Arap olmayan birinin Arapca'yı gerçek ruhu ile asla kavrayamayacağı anlamına gelmez; yalnızca akademik incelemeler yoluyla Arapca'ya nüfuz edilemeyeceğine; ayrıca, filolojik eğitime ilaveten dilin içsel olarak "hissedilme"sine de ihtiyaç olduğuna işaret eder. Böyle bir "hissediş" ise, sadece şehirlerin modern Araplar arasında yaşamakla elde edilemez. Onların birçoğu, özellikle de eğitim görmüş olanlan, dillerinin ruhunu bilinçaltı yo­luyla kavramış olmalarına rağmen, onu yabancı birine çok zor aktarabilirler. Bunun tek sebebi dil eğitimleri ne kadar yüksek olursa olsun, günlük konuşmalarının zaman içinde geniş ölçüde bozulmuş ve eski Arapça'ya yabancılaşmış olmasıdır. Demek ki Arap olmayan birinin Arap dilinin temel "hissiyat"ını  elde edebilmesi için, günlük konuşmalarında dillerinin özünü yansıtan ve Arapca'nın en son rengini ve en deruni şeklini kazandığı dönemde yaşamış Araplarınki ile benzer zihinsel mekanizmalara sahip olan insanlarla uzun ve sıkı bir beraberlik içinde yaşamış olması gerekir. Günümüzde bu tür insanlar, sadece, Arap Yanmadası'nın özellikle merkezinde ve doğusunda yaşayan Bedevilerdir. Çünkü onların konuşmaları, klasik Kur'an Arapcası'ndan farklı birçok lehçe özellikleri taşımasına rağmen, şimdiye kadar, Hz. Peygamber zamanındaki deyim yapısına çok yakın kalmış ve bütün asli vasıflarını muhafaza etmiş bulunmaktadır. * Ancak Bedevilerin geleneksel hayat tarzlarının köklü biçimde değiştiren ve onlan okul eğitimi ve radyo yoluyla şehirlerin levanten (kozmopolit) kültürü ile doğrudan ilişkiye sokan modern iktisadi şartların etkisiyle dillerinin safiyeti hızla bozulmakta ve kısa zamanda Arap dili öğrencileri için yaşayan bir örnek olma özelliğini kaybedecek gibi görünmektedir. Başka bir deyişle, merkezi ve Dogu Arabistan'ın  Bedevi dili ile tanışmak -tabii klasik Arapca'nın akademik eğitimine ilaveten- günümüzde Arap olmayan birinin Kur'an telaffuzunun deruni anlamının kavrayabilmesinin tek yoludur. Daha önce Kur'an'ı Avrupa dillerine çeviren ilim adamlarını hiçbiri bu ön şartı yerine getirmediğinden, tercümeleri- Kur'an'ın anlam ve ruhunun sadece çok uzak ve hatalı bir yankısı olarak kalmıştır.

OKUYUCUYA takdim ettiğim bu çalışma, ömür boyu süren incelemelerin ve Arabistan'da harcanan yılların bir mahsulüdür. Bu çalışma, Kur'an mesajını bir Avrupa diline tam deyimsel ve açıklamalı olarak çevrilmesi yönünde atılmış bir adim, belki de ilk adimdir. Yine de Kur'an'ı, mesela Platon veya Shakespeare tercümelerinde ulaşılan sıhhat derecesinde "tercume" ettiğimi iddia ediyor değilim. Diger herhangi bir kitaptan farkh olarak, Kur'an'ın anlamı ile dilbilimsel cephesi ayrılmaz bir bütün oluşturur: Bir cümledeki tek bir kelimenin konumu, deyimlerinin ritmi ve sesi ile sözdizimsel yapısı ; bir mecazin fark edile-meyecek şekilde pragmatik bir ifadeye dönüşmesi; sadece belagat için değil, ayni zamanda söylenmeyen fakat açıkça kastedilen fikirleri ima etmenin bir aracı olarak sese ilişkin vurguların kullanılması ...İşte bütün bunlar Kur'an'ı son tahlilde eşsiz ve tercüme edilemez kılar. Nitekim bu gerçek, birçok eski mütercim ve bütün Arap alimleri tarafından vurgulanmıştır. Ancak, Kur'an'i diğer dillerde aynen "yeniden üretmek" imkansız olsa da, Kur'an mesajını, çoğu Batılılar gibi, Arapçayı bilmeyen veya -Arap olmayan, eğitimli Müslümanlar arasında örneğine sıkça rastlanan- yardım görmeden yollarını bulabilecek kadar iyi bilmeyen insanları kavrayabilecekleri bir biçimde aktarmak mümkündür.

Bu nedenle mütercimler, Kur'an'ın nazil olduğu dönemdeki dilbilime ilişkin kullanılan esas almalı ve Kur'an'ın bazı deyimlerinin -özellikle soyut kavramlarla ilgili olanlarının- halkın zihninde zamanla fark edilmesi güç bir değişime uğradığını, bu sebeple klasik dönemden sonraki zamanlarda kazandıkları anlamlara uygun olarak tercüme edilmelerinin yankısı, olacağını hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır. Büyük İslam alimi Muhammed Abduh'un da işaret ettiği gibi, * Okuyucular, açıklayıcı notlarımda Muhammed Abduh'un (1849-1905) görüşlerine sık sık atıfta bulunduğumu göreceklerdir. Abduh'un modern İslam dünyasındaki yerini tam olarak vurgulamak güçtür. Hiç mübalağasız diyebiliriz ki, çağdaş İslam dünyasındaki her eğilim, doğrudan veya dolaylı olarak, çağdaş İslam düşüncesinin bu en seçkin simasından etkilenmiştir. Onun planladığı ve başlattığı  Kur'an Tefsiri, 1905'de vefatıyla kesintiye uğradı, Daha sonra öğrencisi Reşid Rıza tarafından Tefsiru'l-Menar tsmiyle sürdürüldü ama maalesef yine tamamlanamadı. Ben de bu tefsirden geniş ölçüde yararlandım. Aynı zamanda bkz. Şimdiye kadar Abduh hakkında yayımlanan en kapsamlı biyografiler, Reşid Riza, Tarih'ul Üstazi'l imam şeyh Muhammed 'Abduh (Kahire 1350-13ö7 H.) ve C. C. Adams, Islam and Modernism in Egypt (London 1933)-) dil konusundaki otoriteleri teslim edilen bazı ünlü Kur'an müfessirleri bile, bu konuda zaman zaman yanıldıya düşmüşler ve modern müfessirlerin yetersizliğinin de arttırdığı bu tür yanılgılar, münferit Kur'an pasajlarının Batı dillerindeki tercümelerinin birçok tahrifata uğramasına ve bazen tamamen anlamsız bir hale dönüşmesine yol açmıştır.

Mütercimin göz önünde bulundurmak zorunda olduğu başka (ve diğerlerinden daha önemsiz olmayan) bir husus da Kur'an'in icazıdır. Bir fikrin nihai şeklini bir beşer dilinin sınırları içinde mümkün olduğu kadar en özlü ve etkin bir tarzda ifade etmek amacıyla, aracı düşünce bağlantılarını bilerek ihmal eden eşsiz bir icaz... Bu icaz daha, önce belirttiğim gibi- Arap dilinin asli ve vazgeçilmez bir özelliğini oluşturmakta ve en mükemmel şekline de Kur'an'da ulaşmaktadır. Kur'an'ın anlamı, ayni veciz tarzda işlemeyen bir dile çevirmek için, aslında bulunmayan -özellikle açıkça belirtilmeyen- düşünce bağlantıları mü­tercim tarafından parantez içi eklemeler ile gösterilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde sözkonusu Arapça ifade, tercüme edilmekle bütün anlamını kaybeder ve çoğu zaman anlamsız bir kelimeler yığını haline gelir.

Ayrıca, Kur'an'da kullanılan dini terimleri, İslam'ın belli kanun, kural ve uygulamalar demeti şeklinde "kurumsallaşması"ndan sonra kazandıkları anlamlara göre tercüme etmekten daima kaçınılmalıdır. Bu "kurumsallaşma" İslam tarihi çerçevesinde ne kadar meşru da olsa, sözkonusu terimlerin, onları bizzat Hz. Peygamber'in ağzından duyan insanlar, için taşıdığı  -ve taşıması istenmiş olan - asıl anlamını ve amacını gözden kaçırarak sadece daha sonraki ideolojik gelişmeler ışığında yorumlamakla Kur'an doğru anlaşılmaz olamaz. Mesela Hz. Peygamber'in çağdaşları , islam ve muslim kelimelerini duyduklarında onları "İnsanın Allah'a teslim olması" ve "kendini Allah'a teslim eden kişi" şeklinde anladılar ve bu terimleri herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadılar. Mesela, 3:7'de Hz. İbrahim'den "kendini Allah'a teslim etmiş oldu" (kdne muslimen) şeklinde söz edilmesi yahut 3:52'de Hz. İsa'nın Havarileri'nin "Şahid ol ki biz kendimizi Allah'a teslim ettik" (bi-ennd muslimun) demeleri gibi... Bu asil anlamlar Arapça'da bozulmadan kalmış, hiçbir Arap alimi de bu terimlerin geniş anlamlarından habersiz olmamıştır. Fakat günümüzde -ister inansin ister inanmasın- Arap olmayanlar için durum böyle değildir. Onlar için islam ve muslim terimleri, genellikle sınırlı ve tarihsel olarak çerçevelenmiş bir anlam taşır ve özel olarak Peygamberimiz Muhammed (s)'in izinden gidenleri ifade eder. Aynı şekilde küfr (hakikatin inkarı) ve kafir (hakikati inkar eden) terimleri de klasik tercümelerde hiçbir delile dayanmadan "inançsızlık", "inançsız" veya "münkir" seklinde karşılanarak basite indirgenmiş; böylece, Kur'an'ın bu terimlere verdiği kapsamlı deruni anlamdan uzaklaşılmıştır. Başka bir örnek, Kitab kelimesinin klasik tefsirlerde Kur'an kasdedilerek "mushaf" (book) anlaminda çevrilmesidir, Oysa Kur'an'ın vahyedildiği dönemde (ki bu vahiy tam yirmi üç yıl devam etti) onun okunuşunu dinleyenler, onu bir "mushaf" olarak algılamadılar. (Çünkü Kur'an, Hz. Peygamber'in vefatından ancak yıllar sonra tek bir ciltte toplanmıştı. Aksine, kitab kelimesi, ketebe "yazdi" veya mecazi olarak "hükum verdi") fiilinden türetilmiş, olmasından dolayı "İlahi Kelam" veya "vahiy" olarak anlaşılmaktaydı. Aynı şey, bu terimin daha önce vahye-dilmiş metinler için kullanılmasında da geçerlidir. (Çünkü Kur'an, şu gerçeği sık sık vurgular: İlah! Kelamın önceki örnekleri zamanla büyük tahrifata maruz kalmışlardır ve yaşayan kutsal "kitaplar" asil vahiyleri hiçbir şekilde temsil etmemektedirler. Bu sebeple, ehlu'l-kitab tamlamasının, "kitap ehli" olarak tercüme edilmesi fazla anlamlı değildir. Bana göre bu terim, "Geçmiş vahiylerin izleyicileri" olarak çevrilmelidir.

Kısaca, Kur'an'ın başka bir dilde gerçekten anlaşılır kılınması isteniyorsa, Kur'an mesajı , daha sonraki İslami  gelişmelerin kavramsal imajlarıyla zihinleri henüz bulanmamış insanlar için taşıdığı anlama mümkün olduğu kadar yakın bir anlam verecek şekilde çevrilmelidir. İşte, çalışmam boyunca beni yönlendiren temel ilke bu olmuştur. İki terim dışında her Kur'an'i kavramı uygun İngilizce ifadelerle tanımlamaya gayret ettim -öyle bir gayret ki, bazen bir tek Arapça kelimenin anlamını aktarmak için bambaşka bir cümlenin kullanılmasını gerektirdi. Bu kuralın iki istisnası, Kur'an ve Sure terimleri idi. Çünkü bu iki terim; Arapça'da, sırasıyla, özel "İlahi Kelam"ı  ve onun bolüm veya fasıllarından her birini ifade etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla, bu terimle­ri "tercüme'leriyle okuyucuya sunmanın hiçbir faydası olmayacaktı. * Etimolojik olarak el-kuran kelimesi, karae ("[bir başkasina] okudu" veya "tilavet etti") fiilinden türetilmiş ve en doğrusu "okuma" olarak anlaşılmalıdır. Sitre kelimesi ise "adurt" (başka bir adıma yol acan) ve -mecazen- "derece olarak yüksek" (Lane TV, 145) şeklinde çevrilebilir. Fakat şunu da ekle-yelim ki, Kur'an ismi el harf-i tarifi ile kullanılmadığı zaman basta söylediğimiz "tilavet" veya "söy-lem/hitabe" anlamına gelir ve o şekilde çevrilebilir.

Bu dilbilime ilişkin mulahazalardan ayrı olarak her zaman şu iki temel çeviri kuralını gözetmeye çalıştım:

Birincisi, Kur'an; münferit emir ve talimatlarının bir derlemesi değil, bölünmez bir bütün olarak görülmelidir: Yani, her ayetin veya cümlenin diğer ayetler veya cümlelerle yakın bir ilişki içinde olduğu ve her birinin bir diğerinin açıkladığı veya açtığı bir değer sisteminin topyekün ifadesi olarak... Sonuç olarak, Kur'an'ın her ibaresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak ve mesajın sıksık çapraz referanslara başvurarak ve her zaman geneli özelin ve asli olanı tali olanla  online koyarak anlamaya çalışırsak Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayabiliriz. Bu kural bilinçli şekilde uygulandığı zaman, Kur'an, -Muhammed Abduh'un deyimiyle- "kendi kendisinin en iyi tefsiri" olduğunu ortaya koyacaktır. İkinci olarak, Kur'an'ın hiçbir parçası, saf bir tarihsel bakış açısıyla ele alınmamalıdır. Yani, Kur'an'ın  hem Hz. Peygamber zamanındaki, hem de daha önceki tarihsel şartlara ve olaylara yaptığı bütün atıflar tek başlarına ele alınmayıp insan'i durumun bir açıklaması olarak değerlendirilmelidir. Bu sebeple, belli bir ayetin tarihsel nüzul sebebinin -klasik müfessirlerin hakkı olarak cazip gördükleri bir araç- o ayetin esas maksadını ve Kur'an'ın bir bütün olarak vaaz ettiği ahlaki sistem ile bağlantısını örtmesine izin verilmemelidir. Kur'an mesajını çeşitli cephelerini en iyi şekilde ortaya koymak için çoğu yerde açıklayıcı notlar koymayı gerekli gördüm. Kur'an'ın sembolizmi ve eskatolojisi ile ilgili bazı gözlemlerimi bu çalışmamın sonundaki EK I'de ayrıca ele aldım. Hem notlarda hem de eklerde Kur'an'ın mesajını  irdelemeye ve bu amaçla büyük Arap filologlarının ve klasik müfessirle­rin eserlerine başvurmaya gayret ettim. Bazı yerlerde bu görüşlerden ayrılmak zorunda kaldıysam bunu, Kur'an'ın eşsizliğinin bir gereği olarak, dünyevi bilgimiz ve tarihi tecrübemiz arttıkça şimdiye kadar düşünülmeyen , meçhul kalan daha geniş anlamlara kapı açtığını okuyucuya hatırlatmak için yaptım.

Geçmişin büyük düşünürleri bu problemi çok iyi kavramışlardı. Tefsirlerinde Kur'an'a akillan ile yaklaştilar. Yani, her Kur'an ibaresinin anlamini hem Arap dili ve Hz. Peygam-ber'in -sunnettinden kaynaklanan- öğretileri üzerindeki engin bilgileri ışığında , hem de sahip olduklan genel kültür ve o güne kadar insan toplumunu şekillendiren tarihsel ve kültürel tecrübelerle açıklamaya çalıştılar. Bu sebeple, bir müfessirin herhangi bir Kur'an ibaresini veya hükmünü anlama tarzı, zaman zaman -ve bazen cok keskin bir şekilde- kendisinden önceki müfessirlerin yükledikleri anlamlardan farklı olabilir. Başka bir deyişle, tefsirle­rinde sık sık birbirleriyle gelişebilirler, fakat hiçbir zaman bu farklılığı husumete dönüştürmezler. (Çünkü, insan muhakemesindeki izafiyet unsurunun ve diger görüşlerin de dogru olabileceginin farkindadirlar. Hz. Peygamber'in şu veciz sözü de onlara ışık tutmaktadir: "Ümmetimin alimleri arasındaki gorüş ayrılıkları (ihtilaf) ilahi bir rahmetin ürünüdür." Bu Hadis, her tür gorüş ayrılıklarının insan düşüncesindeki ilerlemenin temeli ve dolayısıyla insanın bilgi seviyesinin gelişmesinde en güçlü faktör olduguna işaret eder.

Klasik müfessirlerin hiçbiri kendi yorumlarının "kesinligi"ni iddia etmemişlerse de geçmiş çağlardaki alimlerin bu gerçekten orjinal ve muazzam çalışmaları olmaksızın hiçbir çağdaş Kur'an tercümesinin -benimki de dahil- başarıya ulaşma ümidi taşıması mümkün değildir. Onların yorumlarından ayrıldığım zaman bile, gerçeği bulma yolunda bana güç katan bilgilerini takdirle karşıladım.

TERCÜMEDE benimsediğim üslubu belirlerken çağdaş okuyucunun zihnini Kur'an'a kapatan güncelliğini yitirmiş eski ifade tarzını (archaism) gereksiz yere kullanmaktan kaçınmaya çalıştım. Diğer taraftan, Kur'an kavramlarını özellikle "modern" deyimlere çevirmekte bir zaruret görmedim. Bu modern deyimlerin asil Arapca'nın ruhu ile çatışacağını ve vahiy kavramında mevcut bulunan ağırbaşlılığa ilişkin bir kulağı tırmalayacağımı düşündüm. Bununla birlikte yine de, Kur'an'ın tavsifi çok zor olan ahenk ve belagatini yeniden canlandırdığımı iddia edecek değilim. Kur'an'ın büyüleyici güzelliğini samimi olarak hisseden hiç bir kimsenin böyle bir iddiada bulunacak ve hatta böyle bir teşebbüse kalkışacak kadar haddini aşacağını da düşünemiyorum.

Ve ben yaptığım tercümeyle Kur'an'ın hakkını tam olarak veremediğimin ve onun bü­tün anlam katmanlarına yeterince nüfuz edemediğimin farkındayım: Çünkü,

De ki: Rabbimin sozlerini yazmak icin denizler murekkep olsa,
yine de Rabbimin sozleri bitmeden denizler tükenirdi.
(Kur'an 18:109)